Cesareti olmayan, bahanelere tutunur.

Bazı insanlar tıpkı doğadaki canlılar gibi; yeni bir dala tutunmadan eskisini bırakamaz.
Hayatta da aynıdır: Belirsizlik, bilinmezlik, risk… tümü onlar için tehdit gibidir. Bu yüzden hep bildikleri yerde kalırlar; alıştıkları duyguların, ilişkilerin, işlerin, hatta kendilerini tüketen döngülerin içinde.

Korkuları, cesaretlerinin hep bir adım önündedir.

Ama asıl ilginç olan şudur:
Bu garanticilik, dışarıdan “akıllılık” gibi görünse de içeride kocaman bir köksüzlük taşır. Çünkü gerçekten kökü sağlam olan, dal değiştirirken titremez. Kendine güvenen, bir adımı attığında düşmeyeceğini bilir. İçsel güveni olan bir insanın tutunduğu şey, dışındaki dal değil; kendine olan inancıdır.

İnsan kendini değerli hissetmiyorsa, risk alacak içsel omurgayı geliştiremez.
O omurga dışarıdan değil, içeriden güç alır.

Köksüzlük ise insanı sürekli dışarıdaki bir şeye tutunmaya zorlar:
Bir ilişkiye, birine, bir alışkanlığa, bir güvenli bölgeye…
Bırakamaz, yenisine geçemez; çünkü “ya tutunamazsam?” korkusu içini kemirir.

Bu yüzden bazı insanlar, tek bir yaşamın içinde iki ayrı benlik taşır:
Bir benlik, tutunduğu dalın “güvenliğine” sığınır;
diğeri ise yıllardır bastırılmış korkuların içinde kaybolmuştur.

Bu ikilik, kişinin iç dünyasında görünmez bir çatışma yaratır.
Dışarıdan “kontrollü” ve “temkinli” görünürler ama içeride sürekli bir tetikte olma hâli vardır.
Kendilerini kaybetme ihtimali, bırakamama korkusuyla el ele yürür.

Bu içsel bölünmede kişi ne mevcut hâline tamamen aittir,
ne de yeni bir hayata adım atabilecek kadar kendini bütün hisseder.

Tutunduğu dal, aslında bir güven değil;
çökmesini istemediği bir savunma mekanizmasıdır.
Bu yüzden bırakmaz; çünkü bıraktığı an tüm duygusal yüklerinin üzerine çökeceğini hisseder.

Hayatın ironisi de burada:
Tutunamadıkları şey, aslında dal değil… hayatın ta kendisidir.

Ve insan, kendine tutunmayı öğrendiğinde, hayat zaten onu taşır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir